Bilim Tarihinin En Büyük Yalanı: Sebeplerin, sonuçları yaptığına İnandırılmışız!

“Modern – Seküler – Lâik Bilim/selliğe hâkim olan Materyalist – Natüralist – Determinist Epistemolojinin, telkin ve tekrara dayalı, zihnimize dayattığı subliminâl altmesaj ve endoktrinasyonları neticesinde; zihnimiz formatlanıp, yeniden programlanarak; bu virüslü mesaj ve kodlar neticesinde; sebeplerin, sonuçları yaptığına / yapabileceğine inandırılmışız!..”

 

1600 – 1700’lü yıllarda, Rönesans – Reform – Aydınlanma Üçgeninde doğup ve sonra, kültür ve coğrafyadan bağımsız olarak, tüm dünyayı hegemonyası altına alan ve başka bir epistemoloji, başka bir bilim anlayışı kabul etmeyen, üstelik reddeden; Modern – Seküler – Lâik Bilim/sellik Epistemolojisi; Ateist-Deist ve Materyalist, Natüralist ve Determinist Felsefî Paradigmalar zemininde temellendiği için; ham gözlem – deney – ölçüm veri ve bilgilerini dile dökerken, aksiyomatik olarak, “özne ve failsiz” cümle ve ifadeler inşa eder. Yani: “Tanrı yok(muş); varsa ve olsa bile, evrenin işleyişine karışmıyor(muş)” altzemin ve kontekstinde, ifadeler kulanır. Yani “evrendeki faâliyet ve sonuçlar, Tanrı’nın fiil ve eseri değil(miş)” bağlamında, cümleler inşa eder. Bilinçaltı zihne; bu alt/subliminâl mesajı, telkin ve ilka, kod ve programlayan; kirli – virüslü ifadeler kullanır; bilincimizin işitemeyeceği desibelde, bilinçaltımıza usulca fısıldar.

Halbuki, “Tersine Mühendislik” Yöntemini kullanıp; “sonuçlar”dan, “sebepler”e gidersek; gözü olmayanın, “görmeyi” ve “görme fiili”ni bilmesi ve buna göre bir  “göz” yapması veya “kulağı” olmayanın, “sesi” ve “işitme fiili”ni, bilmesi ve buna göre bir “kulak” yapması; mantıken muhâl ve mümtenî olması gibi; atom ve molekül veya sistem ve organizasyon olarak; “göz, kulak, bilinç, akıl” gibi duyu ve hislerden yoksun; yani “kör, sağır, şuursuz ve akılsız” ve en önemlisi, “cansız” olan kâinattaki “madde, kuvvet ve enerji”nin; göz ve görme, kulak ve işitme, akıl ve akletme gibi, fiil ve eser ve sonuçlara; “sebep” olmaları, olabilmeleri; mantıken muhâl ve mümtenî’, imkânsızdır…

Sırf eser/sonuçlardan önce geldikleri için ve devamlı, sonuçlarla bitişik ve ardarda/ardışık geldikleri için ve sonuçlara (nesne ve eserlere), “ısı, ışık, çekme – itme, basınç” gibi kuvvet uyguladıkları için, bunlara “sebep” ismi vermek ve sonra, sonuçlara, “sebep” olduğuna, olabileceğine inanmak, ma’kûl değil. Sebeplerin, sonuçları yaptığına ve meydana getirdiğine inanmak, mantıklı değil.

Çünkü meselâ: “Süpürge”, yerleri süpürmek için, tek başına, yeterli sebep değildir. Yani o süpürge, tek başına harekete geçecek ve yerleri süpürüp – temizleyecek irade ve kudretten yoksundur; çünkü câmid ve cansızdır. İllâ hayat ve ilim – irade – kudret sahibi birinin, o süpürgeyi kudretiyle harekete geçirmesi ve yerleri süpürmeyi amaç, irade etmesi gerekir. Sonuç: Yerleri süpüren Allahû Teâlâ’dır, süpürge değil! Müsebbibü’l Esbab, Allah’tır. Yani sebeplerin; birşeye sebep ve vasıta olması bile, Allahû Teâlâ sayesinde mümkün ve vâki.

Kâinatta, sebeplerin rolü, en fazla bu kadar. Hattâ bundan da az. Çünkü: Etki-tepki kanunlarının uygulanması ve sürtünme, atomların hareketleri vs. olmasa; o süpürge, süpürmeye alet bile olamaz. Tâa Big Bang’e kadar giden, başka kanun-maddelerin de ayarlanması gerekiyor çünkü. Yani süpürgenin, süpürmekte hissesi, binde bir! Sonuç: Allahû Teâlâ’nın kudreti olmasa; süpürge, tek bir toz tanesini bile süpüremez, hatta ayakta bile duramaz!…

Sonuçlara, sebep olduğuna inandığımız bu “somut madde ve enerji” ve “soyut kanun ve mekanizmalar”, gözümüzün önünde olduğu için, arkasındaki dağ gibi “Büyük Kuklacı”yı gözümüzden gizleyen bir kibrit çöpü gibidir ki; gözümüzün önünde durduğundan, arkasındaki koca dağdan daha büyük görünüp, o dağı görmemize mâni, yani perde olmaktadır. Oysa, hayvan değiliz ki; sadece gördüğümüzle yetinelim, sadece gördüğümüze inanalım! Şapkadan tavşan çıkıyor diye, şapkanın tavşan doğurduğuna inanalım!…

Bir bilardo topunun hareketini, diğer bir bilardo topunun çarpmasıyla, nedenselleyebilir ve aklı, buna ikna edebiliriz ama milyarlarca bilardo topunun (yani atomların), “kütleçekim – elektromagnetizma vs…” rüzgarlarının, bilardo toplarını birbirine çarptırması sonucunda; ortaya, meselâ bir “insan” veya “ağaç” çıkmasını; Bilim/sellik Epistemolojisinin, bu analitik – tikel – indirgemeci, varlık tasavvur ve kurgusuyla açıklayamayız. Bu determinist – natüralist epistemoloji ve ontolojisiyle, nedenselleyemeyiz.

Zarların devamlı altı altı gelmesi gibi, devamlı gerçekleşen bu olayları; yani zarların devamlı düşeş gelmesini “tesadüf”le de açıklayamayız! Zarlarda bir hile ararız yani. Olanlar, arasıra olsa, tesadüfe verilebilir belki ama kâinatta zarlar devamlı düşeş geliyorsa; halâ tabiî sebep ve tesadüflerle olduğunda ısrar etmek, inattan başka birşey değil! Yani: Evrendeki bu fiil/faâliyetleri; atomlara, muhalif yönlerden gelen etkiler sonucu; bu atomların çarpışma – birleşmeleriyle açıklayamayız. Çeşitli yönlerden birbirlerini itme-çekme ve çarpışma-yapışma-ayrılmalarıyla nedenselleyemeyiz; aklı buna inandıramayız.

Bilim Tarihinin En Büyük Yalanı: Sebeplerin, sonuçları yaptığına İnandırılmışız! yazısına devam et

“Varlık” ve “hareket” dediğimiz şey, ‘Ânlık Var – Yok edilişlerdir’ (1/2)

Kâinatın, yapı ve mekânı olarak; “uzay – zaman” ve bu iskelet ve resim tuvali üzerinde yaratılan “varlık”; “bölünemeyen”, ontolojik olarak, “bölünmesi mümkün olmayan”; tanım-ta’rif icabı “nokta” gibi, daha alt parçası olmayan “piksel”lerden oluşmuşsa; ki mantıken de, “uzay-zaman-varlık”ın, sonsuza kadar bölünmesi, bölünebilmesi mümkün değil; bu, muhâl ve mümteni’. O hâlde; “uzay – zaman çerçevesi” ve bu “mahâl / çerçeve / tuvâl / film – fotoğraf karesi” üzerinde yaratılan “varlık”; “sürekli ve kesintisiz” değil; yani “süreksiz ve kesintili.” Yani: “Ânlık fotoğraf kareleri” arasında, boşluk / yokluklar var.

Diğer ifadeyle: Varlık ve madde’yi; böle böle, bölünemeyen en küçük parçasına ulaşmamız gerekiyor. Aynı durum: Varlığın yaratıldığı ve bağlı olduğu; “Uzay – Zaman” örgü ve ağı, “ân – mekân” kafes ve boyutu için de geçerli. Yani: Üzerimizden geçen zaman ve süre ve yaşadığımız zemin ve mekânı; böle böle, bölünemeyen en küçük parça / mesafe / süre / mekân / ân / noktaya ulaşmamız gerekiyor. Yani: Madde ve varlık, uzay ve zamanın, dibi var ve olmalı.

Çünkü: Zaman ve mekân, süre ve mesafenin, sonsuza kadar bölünebilmesi mümkün değil. Aksi hâlde, yani bunun mümkün olduğunu kabul edersek; biz varlığın, “sonlu – sınırlı” zamanda, “sonsuz süre, zaman ve mesafeleri” katedip, adım atmasının; hattâ hareket etmesinin, muhâl ve mümteni olması gerekirdi. Ama nefs-ül emirde, realitede, vak’âda durum, bunun tam tersi. Demek ki: Bölünemeyen en küçük zaman süresi ve mekân uzunluğu var ve biz, bu bölünemeyen ân – mekânlarda; “var – yok” şeklinde; “bir ân var, diğer ân yok” ediliyoruz. Yani: Varlık ve vücud ve hareketimiz; bu ânlık var – yokedilişler ve tekrar tekrar yaratılışlarla mümkün ve vâki oluyor. (Zenon’un; fikri, hocası Parmenides’ten alıp, ürettiği paradoksun çözümü de, burada gizli.)

Eğer yeni bir keşif, gözlem veya teoriyle değişmezse; şu ânki Quantum Fiziğinde, “enerji”, kesintili / kesik / süreksiz enerji paketçikleri; yani “ayrık tanecikler” olarak kabul ediliyor. İşte “enerji” için kabul edilen ve hattâ, etkileriyle indirekt gözlenen bu durum; uzay ve zaman ve madde için de geçerli olabilir ve olması için de, zaten mantıken bir mâni ve aklî çelişki yok. Hattâ olması gereken, zorunlu bir sonuç bence bu. Çünkü: Cüzde olan birşey; toplamı olan küllde, hayli hayli oluyor demektir!

Eğer durum buysa; tanım olarak, “çizgi veya doğru”nun; boyutsuz ve bölünemeyen, en küçük “nokta”ların, ardarda bağlanmasından, meydana gelmesi gibi; “zaman” da; bölünemeyen, yani “süre geçmeyen”, en küçük “ân noktaları”nın; Şimdiki Zaman Perde / Ekranında, ardarda yaratılması / gelmesinden, zuhur etmekte. Aynı bunun gibi; “Uzay / Mekân” da; bölünemeyen, en küçük “nokta / pikseller”in birleşmesi ve ân ve ân var – yok edilmesiyle, vücuda gelmekte. Bunun diğer bir sonucu olarak: “Hareket” de; “Kâinat Ân Beyaz Perde / Ekranı”ndaki bir film şeridinin hızlıca oynatılmasında olduğu gibi; ânlık var – yok, geliş – gidişlerle zuhur etmekte.

İşte bu, daha küçüğü olmadığı ve değişik parça ve bileşenlerden oluşmadığı için; daha fazla parçalanma ve ufalanması; yani nicelenip, “Quantize olması” mümkün olmayan; bu “bölünemeyen ve üzerinden süre geçmeyen, bu en küçük uzay – zaman –madde – varlık nokta / piksel”leri; Quantum Fiziğinde anlatılan “Planck Birim / Uzay-Zamanı” olabilir. (Yani: Yaklaşık 10-35 metreden daha küçük uzay / boyut / mesafesi ve yaklaşık 10-43 saniyeden daha küçük zaman / boyut / süresi.)

Eğer buraya kadar yaptığımız akıl yürütme ve çıkarımımız doğruysa; bu, bilim ve felsefede çok önemli ve nisbeten yeni kapı ve pencereler açabilir. Ve daha önemlisi: 1700’lerden beri çağımıza hâkim olan Bilim/sellik Epistemolojisinin (ve ontoloji, varlık anlayış ve nazariyesinin) bağlı ve bağımlı olduğu; Modern – Seküler – Lâik Paradigmanın, en başat inanç / aksiyom / önkabüllerinden olan; “Din ve Bilim” ile “Dünya ve Ahiret” arasında olduğuna inanılan, zihnî ve sun’î ayrımı da geçersiz kılar. Nedir bu yeni kapı ve pencereler? Meselâ:

“Varlık” ve “hareket” dediğimiz şey, ‘Ânlık Var – Yok edilişlerdir’ (1/2) yazısına devam et

Çoğumuz, Kimlik Müslümanıyız!

Çoğumuz; müslüman bir anne-babadan doğduğumuz; müslüman bir çevre – kültürde yaşadığımız için, müslümanız! Din’le ilişki ve bağımız da; haftada bir Cum’â namazına gitmek, bazen oruç tutmak… Ve cenaze, bayram namazına gitmek… gibi; arasıra yaptığımız, bazı “form, ritüel ve şekiller” üzerinden yürüyor. Hattâ bazımızda bu da yok. Yani: “Câmi” gibi, bazı mekân ve zamanlarda yaşadığımız; sınırlı, “part-time” bir müslümanlık bizimkisi!

Bunun olağan bir sonucu olarak; kırmızı ışıkta geçmemiz veya yolun kenarında durmak mümkünken; “yolun ortasında durup, yolcu indirmemizin, arkada bekleyen insanların zamanlarından çaldığımız ve bunun kul hakkına girdiği ve günah olduğu / olabileceği” gibi, soru ve düşünceler; “elhamdûlilâh müslümanım” diyen bizler, için; çok ütopik ve anlamsız gelmekte! Dahası: Bütün bu sorular, akla bile gelmemekte! Yani: Bunların din’le, (daha doğrusu Rabbimiz’le) bağını görmüyoruz bile!

Verdiğimiz bu örnekleri çoğaltabiliriz: Sınavda kopye çekmeyi normâl gören ve hattâ bunu bir maharet gibi, açık açık ve ballandıra ballandıra anlatan, bir öğrenci…, İçtiği içki, gittiği yer, çıktığı kişileri, övünerek anlatan kişi…, İşçinin maaşını geç vermeyi veya alacaklısına, borç ve ödemesini ne kadar geciktirirse; bunu kâr gören bir esnaf / işinsanı…, Akşam mesai bitiminde, çalıştığı bilgisayarı kapatmayan veya çeşme-lâmba-klimaları kapatmayan ve kontrol bile etmeyen bir memur…

Veya: “Allah’ın kelâmı” deyip; “vahyettiği âyet, iki boyutlu yazılı mushaflara”, abdest almadan dokunmayıp; okumak için elimizin bile uzanamayacağı çok yükseklere asan bizler; vahyedilmiş “kelâmî âyet” olan Kur’ân-ı Kerîm’e gösterdiğimiz, bu saygı ve hürmeti; “Allah’ın yarattığı mahlûk ve üç boyutlu”, “kevnî âyetler”i olan; bastığımız ot – çiçek ve gördüğümüz hayvan veya karşılaştığımız insanlara göstermiyoruz!

Çoğumuz, Kimlik Müslümanıyız! yazısına devam et

Seküler – Lâik Bilim ve Ders kitaplarındaki Gizli Tehlike

Seküler – Lâik Bilim/sellik’in, Felsefe ve Epistemolojisinin Eleştirisi ve Çözüm Önerisi

Fizik, kimya, biyoloji gibi bilim ve ders kitapları; Rabbimiz’in fiil ve eserlerini, konu olarak seçmişler ve O’nun icraat ve eserlerini anlatırlar. Dolayısıyle; müfredat ve okullarda, “seküler ve lâik eğitim – öğretim” diyerek; derslerin “Din dersi” ve “Fen – Sosyâl dersleri” şeklinde ayrılması; vak’âya mutabık, doğru ve gerçekçi bir ayrım değildir. Bu sahte ve sanal ayrımların bedeli; “camide müslüman – işyerinde kapitalist”, part-time müslümanlığın artmasıyla ödenmektedir. Çağımızda, “deizm”e yönelmelerde görülen artış da; bunun diğer bedelidir.

Allahû Teâlâ’nın, sadece Din Derslerinde anlatılıp; diğer derslerin “seküler ve lâik eğitim” etiketiyle; güya “tarafsız”, aslında “ateist ve natüralist” inançlara göre işlenmesinin, müslüman zihninde oluşturduğu bölünme ve travmanın bedeli ağır olmaktadır.

Hiç gereği yokken ve faydası da yokken, “Metodolojik Natüralist” olacağım diye; inancımızı askıya almanın; yani evreni, bir ateistin gözüyle tasvir etme ve açıklamaya çalışmanın zararı büyüktür! “Metodolojik Natüralizm”, sanki ‘bilimsel ve evrensel ve olgusal bir doğruymuş’ gibi, zihinlere, “ateizm”i telkin ve enjekte etmeninin zararı büyüktür!

Çünkü, bu açıklamaları okuyan zihinlerde: Evrendeki hâdiseler, ‘deterministik – natüralist neden – sonuç’ şablon ve paradigmalarıyla açıklanabiliyorsa; benim Tanrı’ya inanmam için, aklî veya gözlemsel gerekçe ve delilim ne olabilir!?… Eğer durum buysa; ineğe tapan bir hindunun inancıyla, benim inancımın arasındaki fark nedir!?… gibi soru ve şüphelere yol açar!

Diğer deyişle: Bilim/sellik Epistemoloji ve Felsefesi’nde yöntem olarak kullanılan bu Metodolojik Natüralist Paradigma; varlık ile Allah ve bilgi ile iman arasındaki mesafeyi derinleştirip – arttırmaya hizmet eder. Bu da zihinlerde, ateizm ve deizme giden yolları kolaylaştırır!

Çünkü: Araştırma ve gözlem sonuçlarının, ‘bilimsel bilgi’ etiketiyle; fakat ateist ve materyalist, natüralist ve determinist” arka fon ve bağlamda dizayn edildiği ve herşeyin Yatay Deterministik kalıba yerleştirildiği “bilgi ve ifadeler”in; “bilimsel ve objektif” ambalajıyla sunulduğu zihinlerde; evrende, Tanrı’ya inanmak için, aklî ve gözlemsel gerekçe ve deliller azalıp, sıfırlanmaya başlar!…

Başta dediğimiz gibi: Okullarda, “seküler – lâik eğitim” ambalajıyla verilen Fen derslerinin; din ve “Allah’tan bağımsız ve ayrı,” yani “seküler ve lâik” olarak anlatılabilmesi, mümkün değildir. Çünkü: Bu dersler, Rabbimiz’in, kâinattaki, hikmet ve ölçülü “fiil / faâliyet” ve sanatlı “eserleri”ni inceleyip – anlattıkları için; illâki, Rabbimiz ve O’nun eser – fiilleri hakkında, direkt – indirekt birşey diyecekler ve zaten diyorlar! Yani: Bu bilim ve dersler, dinimizin alanına illâ girerler. Girmemeleri mümkün değil.

Bu da bizi; Allah ve dinden bağımsız ve ayrı; yani “seküler ve lâik” fen ve ders müfredatının; böyle bir ders anlatımının, böyle bir bilim anlayışının mümkün olmadığına getirir.

Seküler – Lâik Bilim ve Ders kitaplarındaki Gizli Tehlike yazısına devam et

Doğru bildiğimiz Yanlışlar ve Eksik bildiğimiz Doğrular (2)

Doğru bildiğimiz, yanlışlar ve eksik bildiğimiz, doğrular var. Ki bence bunun en büyük nedeni: İnsanların; ‘bildiklerini”, tekrar öğrenmeye ihtiyaç hissetmemesidir. Bunu gereksiz bulmaları; hattâ, bunu saçma ve gereksiz bir vakit kaybı olarak görmeleridir.

Öyle ya; insan, “doğru olduğuna inandığı bilgiler”i; (o bilgiler, sanki yanlışmış gibi; sanki yanlış biliyormuş gibi!); tekrar, sıfırdan öğrenmeye neden kalksın, neden kendini yorsunki!?

Acaba öyle mi? İşte bu yazının konusu; durumun, hiç de öyle olmadığına sizi ikna etmek; hiç değilse, bir “acaba” uyandırmak. Eğer amacımıza ulaşırsak; yazının sonuç cümlesi de şu olacak: İnsan; her gün türlü türlü kitaplar okuyup, türlü türlü şeyler öğrenip, bilgisini arttırmaya çalışmaktan önce; şu anâ kadar öğrendiği bilgilerin, doğru ve eksiksiz olup olmadığını araştırmalı. Yani: Tekrar, baştan başlamalı; yeniden öğrenmeli!

Çünkü: Kişinin, geçmişinde öğrenip, “doğru olduğuna inandığı” bu bilgiler, yanlış veya eksikse (yani tam bilmiyorsa);doğru bildiğine inandığı” bu malûmatların üzerine öğreneceği, dikeceği, yeni bilgilerin de; bu eksik – yanlışlardan menfî yönde etkilenme ihtimâli vardır ve bu ihtimâl çok kavidir.

Çünkü: Temel ve zemin sağlam değilse, üzerine eklenen bu yeni bilgilerin, bundan etkilenmemesi, pek mümkün görünmüyor. Çünkü: Zayıf zemin üzerine inşa edilen bu yeni bilgilerden, (hattâ bu yeni bilgiler, doğru ve eksiksiz olarak öğrenilmiş olsa bile!), elde edilecek anlam ve çıkarılacak sonuçlar da, eksik ve / veya yanlış olacaktır.

Bu da bizi, anakonumuz olan “İslâmî B/ilim” yazılarımızda, devamlı tekrar ettiğimiz şu söze getirir: “Ne bildiğimiz değil, bildiğimizden ne anladığımız önemlidir!” Ama bu konuya girmeyeceğiz.

Doğru bildiğimiz Yanlışlar ve Eksik bildiğimiz Doğrular (2) yazısına devam et

Bilim; Seküler ve Lâik ve Nötr olamaz, ancak Ateist ve Deist veya Teist olur

1600 – 1700’lü yıllarda “Rönesans – Reform – Aydınlanma” üçgeninde, yeniden şekillenen ve tanımlanan “Bilim/sellik Epistemolojisi”nin; güya “bilimsel bilgi, objektif gözlem bilgisi” diyerek, zihnimize inşa ettiği “Evren tasavvuru” ile “İtikadî bilgi”miz arasındaki, boşluk ve çelişkilerin, farkında değiliz!

Farkında değiliz; çünkü, doğru bilinen bir yanlış olarak: Çağımız, Bilim/sellik Epistemolojisi’nin ve ürünü olan “bilim” ve “bilimsel bilgi”nin; “inanıp – inanmamaktan bağımsız ve ayrı ve bu ikisine tarafsız ve objektif” olduğuna inanıyoruz! Bu epistemenin, evren hakkında bize verdiği “bilimsel bilgiler”in; yüksüz, “nötr bilgi” olduğuna inanmışız!

Bilim; Seküler ve Lâik ve Nötr olamaz, ancak Ateist ve Deist veya Teist olur yazısına devam et